Devletin kurucusu olan Abdurrahmân, Şam’daki Emevî Devleti’nin yıkılması üzerine, Fırat Irmağı’nı geçerek Filistin’e kaçtı. Mısır yoluyla Fas’a geçti. Kuzey Afrika’da bir hayli dolaştıktan sonra Endülüs’e ulaştı. Kuzey Afrika valisi olan Abdurrahmân el-Fihrî, onu yakalatmak için çok sıkı tedbirler aldı ise de yakalayamadı. Endülüs’teki Emevîlerle mektuplaşarak onları, etrafında toplanmaya çağırdı. 755 senesinde Endülüs’e girmeye muvaffak oldu. Bir müddet sonra Yemen’den gelip Endülüs’e yerleşen kabileleri de toplamayı başardı.
Abdurrahmân bin Muâviye’nin 788 senesinde vefatından sonra, yerine oğlu Hişâm geçti. Arap Endülüs devletinin merkezi Cordoba’ydı (Kurtuba). Yarı vahşî olan bu şehri, tam bir medenî şehre çevirdiler. Bir büyük sarây (el-kasr), hastaneler, medreseler yaptılar. Bunların yanında, bir de büyük câmi’a (üniversite) kurdular. Avrupa’da ilk kurulan üniversite, budur. O zamâna kadar Avrupalılar ilimde, fende, tıpta, ziraatta ve medeniyette çok geri kalmışlardı. Müslümânlar, onlara ilim, fen, medeniyet getirdiler. Kurtuba, Avrupa’nın en kalabalık ve en geniş şehri hâline geldi. Vezir ve memûrların ikâmet ettikleri yerler dışında; yüz on üç bin ev, altı yüz cami, üç yüz hamam (evlerdeki banyolar hâriç), elli hastane, seksen resmî mektep, orta tahsîl için on yedi mektep, yüksek seviyede tahsîl veren birçok yer, bu mekteplerde dört bin talebe vardı. Kurtuba’da içinde yüz binlerce kitap bulunan yirmi tane devlet kütüphanesi vardı. Ayrıca vakıf kütüphâneleri de mevcuttu. Kenarlarını seksen bin dükkânın kapladığı Kurtuba caddeleri, boydan boya kaldırımlarla döşenmiş ve lambalarla ışıklandırılmıştı.
Müslümanlar, derhal su kaynakları açıp yirmi-otuz metre çapında kuvvetli çarkları oralara yerleştirdiler. Suları büyük havuzlarda toplayıp, su kanalları vasıtasıyla tarlalara dağıttılar. Diğer ülkelerden getirilen tohumlar ekiliyor, hayvanlarda sun’î tohumlama yapılıyordu. Yapılan çalışmalarla, III. Abdurrahmân zamanında aynı yerden senede üç-dört defa mahsul elde edildi.
Bin yıldır kapalı olan Fenikelilerin açtıkları maden ocakları, tekrar faaliyete geçirildi. Sebze ve meyve ucuz, işçi ücretleri yüksekti. Doğunun çiftçi, san’atkârları Endülüs’e akın ettiler. 950 yıllarında İspanya Müslümanlarının nüfûsu otuz milyona yükseldi.
Kurtuba’da büyük ve mükemmel bir tıp fakültesi kuruldu. Avrupa kralları ve devlet adamları tedâvî için Kurtuba’ya gelirlerdi. Şehirde 600 bin kitap bulunan bir kütüphane de yapıldı.
Muhterem Hüseyin Hilmi Işık (rahmetullahi aleyh), “Herkese Lazım Olan İman” kitabında buyuruyor ki: “Endülüs İslâm devletini kuran birinci Abdürrahmân bin Muâviye bin Hişâm bin Abdülmelik (rahime-hümullahü teâlâ), Kurtuba’da çok büyük bir câmi yaptırmak istedi. Bu câminin Bağdât’ta bulunan câmilerden dahâ büyük ve ihtişâmlı olmasını istiyordu. Kurtuba’da bu işe en uygun arsayı seçti. Arsa bir Hıristiyan’a âit idi. Bu adam, arsası için çok para istedi. Çok âdil bir hükümdâr olan birinci Abdürrahmân, isterse, zorla bu arâzîyi alabilecekken, katiyen böyle bir yola başvurmadı. Aksine, Hıristiyan sâhibine istediği parayı ödedi. Hıristiyanlar, bu para ile kendilerine üç küçük kilise yaptılar. Câminin yapılmasına 169 senesinde başlandı. Abdürrahmân, günde birkaç sâat binâ inşaâtında, bir amele gibi çalışıyordu. İnşaât malzemesi, doğunun birçok yerlerinden getirildi. Câmi, ihtişâmlı bir binâ hâlinde yavaş yavaş yükselmeye başladı.
Birinci Abdürrahmân’ın ömrü, câminin bittiğini görmeye yetmedi. 170 [m. 786] senesinde vefât etti. Ondan sonra hükümdar olan oğlu Hişâm ve torunu birinci Hakem (rahime-hümallahü teâlâ), câminin tamamlanmasına gayret ettiler. Câmi, 10 senede tamâmlandı. Fakat, bundan sonra, her sene bir parça ilâve edilerek, en son şeklini 380 [m. 990] senesinde, yani ancak 205 sene sonra aldı. İkinci Hakem 366 [m. 976] da câmiye altından bir minber yaptırdı.
Câmi’, 120x135 metre ebâtında ve müstatil (dikdörtgen) şeklinde idi. Câminin içinde, her biri 10 metre yüksekliğinde 1419 sütun bulunuyordu. Bu sütunlar dünyânın en mükemmel mermerlerinden yapılmıştı. Câmiye girince, insanın gözü bu sütun ormanında kayboluyordu. Mermer sütun başlıklarına bakanlar, bu güzellik karşısında hayrân kalıyordu. Câmiye giren herkes, âdeta büyüleniyordu. Câminin, 20 kapısı vardı. Kapıların önünde, özel portakal bahçeleri kurulmuş, her taraf yeşilliğe bürünmüştü. Câminin etrâfında, diğer bahçeler, havuzlar, fıskiyeler, çeşmeler vardı. Câminin zemîni, en kıymetli mermer ve süslü tahtalar ile işlenmişti. Tavanın yapılması için kullanılan kıymetli Lübnan tahtaları, ayrı bir güzellik, ayrı bir heybet veriyordu. Geceleyin, binlerce gümüş kandillerden fışkıran renkli ışıklar, câmiyi aydınlatıyordu.
Kitaplarda, camiyi aydınlatan lâmba ve kandillerin 7 bin 425 adet olduğu yazmaktadır. Minârelerin tepesinde nar şeklinde başlıklar bulunuyordu. Bu başlıklar, mücevherler, inciler, zümrütlerle süslenmiş, taş araları altın parçaları ile örtülmüştü.
Yeni ilâveler yapılan Kurtuba Câmii’nin ve Kurtuba şehrinden beş kilometre uzaklıkta kurulan yazlık şehrin güzelliği, bahçeleri, dillere destan oldu. Buraya çiçek şehir mânâsına “Medînet-uz-zehrâ” denildi.
Hıristiyanlar, 897’te Endülüs Devleti’ni mahvedip Kurtuba’ya girince, ilk iş olarak bu câmiye saldırdılar. Bu çok güzel, haşmetli binâya atlarıyla girdiler. Câmiye sığınmış olan Müslümânları merhametsizce öldürdüler. O kadar ki, câminin kapılarından kan akmaya başladı. Ondan sonra altın minberi parçalayarak aralarında taksîm ettiler. Fildişinden yapılmış rahleleri paylaştılar. Minberde saklanan ve Osmân’ın (radıyallahü anh) yazdığı Kur’ân-ı kerîmin bir eşi olan inci ve zümrütle işlenmiş nefîs Mushaf-ı şerîfi ayaklarının altına alarak çiğnediler. Böylece, minber ve Kur’ân-ı kerîm, bu iki eşsiz nefîs eser, tamâmen yok edildi.
Vahşî İspanyollar, bütün Müslümân ve Yahûdîleri kılıç tehdîdi ile zorla Hristiyan yaptılar. Ellerinden kaçabilen Yahûdîler, Osmânlı Devleti’ne ilticâ ettiler. Bugün, Türkiye’de bulunan Yahûdîler, bunların torunlarıdır. Hıristiyan İspanyollar görülmemiş bir vahşet ile Müslümân ve Yahûdîleri yok ettikten sonra, bu şâheser câmiyi yıkmaya başladılar. Önce minârelerdeki altın ve zümrütle işlenmiş nar şeklindeki başlıkları indirerek yağma ettiler. Bunların yerine âdî taştan yapılmış, güyâ melek şeklinde çirkin başlıklar koydular. Tavandaki o haşmetli, güzel tahta süsleri söktüler. Sütunları yıkmaya çalıştılar ancak bir kısmını devirebildiler. Yıkılan sütunlar, yüzlerce idi ve câminin içinde büyük bir mermer yığını hâlinde serilmiş, kalmıştı. 20 kapıdan çoğu taşlarla örülerek kapatıldı.
Bazı kiliselerin Müslümanlar tarafından câmiye çevrildiği doğrudur. Fakat, bunlardan hiçbiri yıkılmamış, aksine tamîr edilmiştir. Fâtih Sultân Muhammed Hân (rahime-hullahü teâlâ), İstanbul’u zabt ettiği zamân, kilise olan Ayasofya’yı câmiye çevirdi. Bu, yapılan sulh şartlarından biri idi. Fâtih Sultân Muhammed Hân, Ayasofya’yı asla tahrip etmedi. Aksine, tamîr etti.
Nihâyet, en son bir vahşet eseri olarak, 929’da Kurtuba Câmii’nin içine bir kilise yapmaya karar verdiler. Bunun için, o zamân İspanya ve Almanya imparatoru olan 5. Carlos’tan (yanî Almanya İmparatoru Beşinci Charles Quint’den) izin istediler. Charles Quint, bu teklîfi evvelâ reddetti. Fakat, mutaassıp kardinaller onu mütemadiyen sıkıştırıyor, din uğruna bu işin muhakkak yapılması icap ettiğini savunuyorlardı. Bunların başında çok büyük nüfuzu olan kardinal Alonso Maurique bulunuyordu. Bu kardinal, aynı zamanda Papayı da bu iş için kandırmıştı. Papanın da câminin kiliseye çevrilmesini arzû ettiğini gören Charles Quint, bu işe muvâfakat etmek zorunda kalmıştı.
Kilise yapmak için, birçok sütunlar dahâ yıkıldı ve câmideki sütun sayısı 1419’dan, 812’ye kadar düştü. Yapılan kilise, câminin ortasında haç şeklinde çirkin bir bina olarak kendini gösterdi. Charles Quint, bizzat Kurtuba’ya gelerek bu kiliseyi gördü. Çok üzüldü, “Yaptığınız vahşeti görünce, size bunun için izin verdiğime çok pişmân oldum. Dünyâda bir benzeri bulunmayan, bu güzel eseri böylece tahrip edeceğinizi bilseydim, size müsaade etmez ve hepinizi cezalandırırdım. Yaptığınız bu çirkin kilise, eşi her yerde bulunan âdî bir binâdan ibarettir. Hâlbuki, bu haşmetli câminin bir nazîrini yapmak imkânı yoktur” dedi. Bugün bu haşmetli binâyı ziyaret edenler, harap olmasına rağmen, İslam mimarisinin bu büyük eserinin güzelliği, büyüklüğü karşısında hayrân kalmakta, ortada bir cüce gibi görünen kilisenin hâline acımakta ve böyle bir haşmetli eserin bu hâle gelmesine müteessir olmaktadırlar.
Kurtuba’daki câminin ismi bugün “La Mezquita Kilisesi”dir. Bu kelime “mescid” isminden gelmektedir. Yanî, hâlâ bu binâ mescid ismini taşımakta, onu ziyaret edenler bir kilise değil, İslâm medeniyetinin büyük ve haşmetli eseri olarak görmektedir.”
Murabıt ve Muvahidlerin Endülüs’ten ayrılması üzerine burada, yeniden Tavâif-i mülûk denilen ve Müslüman olan devletçikler kuruldu.
Bunlardan sâdece bir tanesi, Ebû Abdullah Muhammed bin Ahmer tarafından 1232’de kurulan ve merkezi Gırnata şehri olan Benî Ahmer Devleti idi. Güneydoğu İspanya’da Hıristiyanlara karşı bir müddet daha varlığını koruyabildi. Bu devlet, 1492 senesine kadar hüküm sürdü, İspanya’daki son İslâm devleti idi.
Kuzey ve orta İspanya Hıristiyanlarının saldırıları neticesinde buradaki Müslümanlar, Gırnata’da toplanarak Benî Ahmer Devleti’ni güçlendirdiler. Müslümanların başına geçen Birinci Muhammed el-Gâlib, Gırnata’nın dağlık ve savunması kolay olmasından istifade etti. Gırnata Kalesini kendisine merkez yaptı. Kendisi ve oğulları İspanyol Hıristiyanlarını oyalarken, Afrika’daki Müslüman Merîni Devleti ile iş birliği yaptılar.
Benî Ahmer Devleti, siyâsi bir güç olmaktan çok, kültür ve medeniyet alanında üstün bir varlık gösterdi. Bilhassa devletin kurucusu Muhammed bin Ahmer’in, Gırnata’da yaptırdığı el-Hamra Sarayı, dünyâ mîmârlık târihinin en muhteşem eserleri arasında yer aldı.
Benî Ahmer Devleti, varlığını on beşinci asrın sonuna kadar sürdürdü. Ancak bu devirde, İspanya’nın kuvvetli krallıklarından olan Kastilya’nın Kraliçesi Isabella ile Aragonya kralı Ferdinand’ın evlenmeleri, İspanyolların birliğini sağladı. 1462’de Cebel-i Târık, 1489’da Kadiz, İspanyolların eline geçti. Benî Ahmer Devleti, Afrika’daki Müslüman devletlerden yardım istediyse de bu yardım gerçekleşemedi. O zamanki Benî Ahmer Devleti hükümdarı Ebû Abdullah Muhammed bin Ahmer (Onbirinci Muhammed), 1487 senesinde Osmanlı Devleti’ne elçi göndererek yardım istedi. Ancak bu sırada, Osmanlı iç ve dış gailelerle uğraştığından yardım edemedi. Nihayet 1492 senesinde, İspanyollar, Benî Ahmer Devleti’nin merkezi Gırnata’yı kuşattılar. Son Benî Ahmer hükümdarı Ebû Abdullah Muhammed bin Ahmer, bazı şartlarla şehri Katolik Ferdinand’a teslim etmeye razı oldu. Sonra da Afrika’ya çekildi. Böylece yaklaşık sekiz yüz yıldan beri bir İslâm memleketi olan İspanya, tamamen Hıristiyanların eline geçti.
Kaçabilen Müslümanlar Kuzey Afrika’ya sığındılar. 1505 senesinde Osmanlı, Kemâl Reis komutasında bir donanmayı yardım için İspanya’ya gönderdi. Bu donanma, Hıristiyanların zulmü altında kalan bir kısım Müslüman ve Yahûdi’yi kurtararak, Osmanlı Devleti’ne getirdi. İspanya’da kalan Müslümanlardan kaçmak isteyenler, Hıristiyanlar tarafından yakalanarak esir edildiler. 16. asrın ikinci yarısında, Osmanlı Devleti, İspanya’da zulüm altında kalan Müslümanlara yardım için Kılıç Ali Paşa’yı gönderdi. Kılıç Ali Paşa, 1570’te Hıristiyanların zulmü altında inleyen Müslüman ve Yahûdîlerden birçoğunu Afrika’ya götürdü. Bu göçmenler, daha sonra Adana, Tarsus ve Şam Trablus’u bölgelerine yerleştirilip beş sene vergiden muaf tutuldular.
Bugün İspanya ve Portekiz’de ise geçmişten kalan tek bir Müslüman yoktur…