Vakıf Medeniyetini Bugüne Taşımak

Vakıf Medeniyetini Bugüne Taşımak

Vakıf Başkanımızın Türkiye Gazetesinde Yayınlanan 'Vakıf Medeniyetini Bugüne Taşımak' Başlıklı Yazısı

Modern devletlerin bugün yüklendiği birçok sosyal hizmet, İslam toplumlarında uzun yıllar vakıflar vasıtasıyla yerine getirilmiştir. Osmanlıda 16. asırda Süleymaniye Külliyesinin yıllık bütçesi bile merkez bütçeden katlarca yüksektir.

Cumhuriyetin ilk 16 yılı içinde satılan vakıf sayısı tespit edilebildiğine göre 8 bin 562’dir.

İslâm tarihinde ilk vakıf kuran kişi, Şanlı Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamdır.

 

Davud aleyhisselam’ın oğlu olan Süleyman aleyhisselam hem peygamber hem de sultandı. Allahü teala kendisine bütün hayvanların dilinden anlamayı ihsan etmişti. Cenabı Hak,  hüdhüd kuşuna da yeryüzünün derinliklerindeki suyu görme kabiliyetini vermişti. Hazreti Süleyman, ordusu ile seferdeyken su lazım olunca hüdhüd kuşu havalanır, su olan yeri keşfedip Süleyman aleyhisselama arz ederdi. Süleyman Peygamber de orayı kazdırır ve ordusundaki askerlerin ihtiyaçlarını giderirdi…

Hazreti Süleyman, bir gün yine huzuruna hüdhüd kuşunu çağırdı. Fakat kuş, davete icabet etmedi. Tekrar haber gönderdi ama hüdhüd yine gelmedi. Bu sefer, Hazreti Süleyman kızıp, şayet gelmezse şiddetli bir şekilde cezalandıracağını bildirdi. Kuş huzuruna gelince, emre itaatsizlik ettiği için onu azarladı. Hüdhüd ise, “Senin sarayını başına yıkarım” diye Süleyman peygamberi tehdit etti. Büyük Peygamber gülerek, “Senin etin nedir, budun nedir ki! Küçücük bir kuşsun. Benim sarayımı nasıl başıma yıkacaksın?” diye sordu. Hüdhüd de, “Pençemle bir parça vakıf arazisinin çamurundan alır, sarayının damına koyarım. Böylece benim pençemle taşıdığım vakıf toprağı, senin sarayını başına yıkmaya yeter!” dedi...

Yukarıdaki meşhur kıssa, bize “vakıf” mefhumunun önemini ve İslamiyetten önceki dinlerde de var olduğunu göstermektedir. Önümüzdeki 9-15 Mayıs tarihleri ise Vakıflar Haftası olarak kutlanacak; vakıfların önemi bir defa daha idrak edilecektir. Biz de bu vesileyle köklü vakıf kültürümüzü tekrar hatırlayalım…

 

İSLAMİYETTE İLK VAKIF

İslâm tarihinde ilk vakıf kuran kişi, Şanlı Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamdır. Sevgili Peygamberimiz, bir taraftan Eshab-ı kiram efendilerimizi vakıf yapmaya teşvik ederken, diğer taraftan bizzat kendisi de vakıf yaparak, bütün Müslümanlara örnek olmuşlardır. Hayber Gazası sonrasında, Fedek ve Hayber’de hissesine düşen hurma bahçelerini muhtaç ve garip kimselerin faydalanması için vakfetmişlerdir. Hazret-i Ömer efendimiz de, bir hurma bahçesini vakfetmek istediklerinde, “Bu hurma bahçesinin aslını vakfet. Vakfedildikten sonra, artık o hibe edilemez, satılamaz, miras bırakılamaz, yalnız o bahçenin mahsulü, yani hurmaları infak edilir, yedirilir” buyurmuşlardır. İşte bu şekilde, vakfın hukuki çerçevesini ortaya koymuşlardır. Eshab-ı kiram da birçok vakıflar tesis etmişlerdir.

 

EMEVİ VE ABBASİ DÖNEMLERİNDE VAKIF

Sonraki İslam devletleri içinde ilk vakıf, Emevi Halifesi Velid bin Abdülmelik’in, hicri 88 senesinde, Emevilerin payitahtı olan Şam’da yaptırdığı muhteşem Ümeyye Camii’dir. Abbasilerin haşmet devrine ulaştıkları Halife Harunreşid zamanında da, İslam diyarlarında, varlıklı, hayırsever kişiler tarafından, birçok hayır eserleri yapılmış, bunların ayakta kalabilmesi için birçok vakıf kurulmuştur.

Halife Harunreşid denilince hemen akla gelen muhterem hayırsever hanımefendisi Seyyide Zübeyde’den bahsetmeden geçemeyeceğim: Seyyide Zübeyde, asalette, dindarlıkta, merhamette,  hayırseverlikte temayüz etmiş bir hanımdı. O devirde hacıların, Arafat’ta susuzluktan kavruldukları haberini alınca, şahsi servetini feda ederek, onları suya kavuşturmak için teşebbüs etti. Kaynakların yazdığına göre; “Aynizübeyde” olarak anılacak suyolunu, 828-829 yıllarında, yani iki senede 1.700.000 miskal altın gibi çok büyük bir servet sarf ederek, Taif şehrinden Mekke-i Mükerreme’ye ulaştırmaya muvaffak olmuştur. Ancak, Seyyide Zübeyde’nin yaptırdığı suyolu, zaman içerisinde tahrip olmuştur. Kanuni Sultan Süleyman zamanında Arafat’a su çok az gelmeye başlamış ve Peçevî’nin ifadesine göre, Arefe günü “bir parmakla kaldırılabilecek hafiflikte” bir kırba suyun bir altına satıldığı görülmüştür. Bunu duyan ve çok üzülen Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan devreye girmiş, babasının izniyle, şahsi servetinden elli bin altın vererek, suyolunu tamir ettirmiştir...

Büyük Selçuklu Devleti’nde, vakıf müessesesi devletin yönetim anlayışına uygun olarak kat kat büyümüştür. Tuğrul Bey’den itibaren İslâm dünyasının değişik yerlerini, cami, medrese, kütüphâne, hastane, imaret, zâviye ve kervansaraylarla dolduran Selçuklular, buralara büyük vakıf gelirleri bağlamışlardır. Sultan Alparslan’ın oğlu Sultan Melikşah döneminde Vezir Nizamülmülk’ün gayretleri ile medreselerin devlet eliyle teşkilatlanması, ilim tahsilinin ücretsiz olması ve bunun İslâm dünyasına yayılması Selçuklular sayesinde olmuştur.

Büyük Selçuklular’ın bu uygulamasını, Anadolu beylikleri de aynen sürdürmüştür. Anadolu Selçukluları devrinde, sağlık alanında yapılan vakıf tesislerinin de bir hayli çok olduğu görülür. Bugünkü hastanelerle aynı fonksiyonları ifa eden darüşşifâlar bir vakıf kurumu olarak, her kesimden halkın sağlığıyla ilgilenmiştir. Selçuklular döneminde inşa edilen birçok hastane binası Osmanlılar zamanında da faaliyetlerine devam etmiştir.

 

VAKIFLAR DEVLET BÜTÇESİNİ Mİ KULLANDI?

Peki, İstanbul ve Bursa’da Osmanlıdan, Anadolu’nun diğer şehirlerinde Selçuklu ve Osmanlıdan kalma cami, medrese, köprü, han, kervansaray ve şifahaneler devlet tarafından mı yapılmıştır?  

Bu sorunun cevabı, -hayret edeceksiniz ama- “hayır” olacaktır. Bu eserler devlet hazinesiyle değil, varlıklı şahıslarca yaptırılmıştır. Osmanlı Devleti’nde başta padişahlar ve hanımları olmak üzere hanedan üyeleri, yüksek dereceli devlet görevlileri çeşitli vesilelerle vakıflar kurmuşlardır. Bu hizmet yarışına halk da katılınca, devletin toprakları kısa zamanda vakıf eserleri ile dolmuştur. Bu hayır eserlerinin yaşaması ve masraflarının karşılanması içinse varlıklarının önemli kısmını vakfetmişlerdir. Bu sayede, bugünkü modern devletlerin yüklendiği birçok sosyal hizmet, uzun yıllar bu vakıflar vasıtasıyla yerine getirilmiştir.

 

OSMANLIDA YAŞASAYDINIZ…

Bunun için denir ki: “Eğer Osmanlı döneminde yaşıyor olsaydınız; vakıf bir evde doğabilir, vakıf bir beşikte uyuyabilir, vakıf mekânlarda vakıf mallarından yiyip içebilir, vakıf kütüphanelerinde bilgiye ulaşabilir, vakıf kitaplarıyla okuyabilir, vakıf bir mektepte öğrenci olabilir; hatta aynı mekteplerde hocalık yapabilirdiniz ve vakıf idaresinden ücretinizi alırdınız. Vakıf hanlarında, kervansaraylarında konaklayabilir, vakıf hastanelerinde şifa bulabilir, vakıf camilerinde ibadetinizi yapabilir, vakıf hamamında yıkanabilir, vakıf çeşmelerinde kana kana su içebilir ve öldüğünüz zaman bir vakıf tarafından defnedilebilirdiniz.”

Bazı Batılı iktisat tarihçileri, yayınlanan bazı eski bütçe rakamlarına bakarak Osmanlı ekonomisini küçümsemeye kalkışmışlardır. Hâlbuki o devirde vakıfların yıllık gelir ve giderleri merkez bütçe rakamlarının yüzlerce kat üstündedir. Mesela 16. asırda Süleymaniye Külliyesinin yıllık bütçesi bile merkez bütçeden katlarca yüksektir.

Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman da, bizzat kendisi İstanbul’da başta Süleymaniye Camii olmak üzere birçok hayır eseri yaptırıp, önemli varlıklarını vakfetmiştir. Hatta, “Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye” kitabında okumuştum: O devirde kitaplar hattatlar tarafından elle yazılıyordu.  Sultan Kanuni, Kur’ân-ı kerimi sekiz defa yazmıştır. Yazdığı Mushaf-ı şerifleri ihtiyaç olan cami, medrese gibi yerlere vakfetmiştir. Bunu okuduğumda, çok derin düşüncelere dalmıştım. Devleti idare etmek gibi çok mühim görevleri bulunan, bir cihan padişahının Kur’ân-ı kerimi sekiz kere yazması çok büyük bir hadisedir. Acaba biz bırakın yazmayı, kaç kere hatmettik? 

 

HAYRETE DÜŞÜREN VAKIFLAR

Osmanlıda kurulmuş, duyanları hayrete düşüren vakıflar da vardır. Fakirlere yakacak temin etme vakfı, hizmetçilerin efendileri tarafından azarlanmaması için kırdıkları kâseleri satın alma vakfı, borç sebebiyle hapse girenlerin borçlarını ödeyerek hapisten kurtarma vakfı, kimsesizlerin cenazelerini kaldırma vakfı, hasta leylekleri tedavi vakfı ve kış aylarında aç kalan kuşlara yem yedirme vakfı bunlardan sadece birkaçıdır.

 

MUAZZAM VAKIFLARA NE OLDU?

Ne yazık ki, Osmanlıların kurdukları bu vakıflar, imparatorluğun son devrinde İttihat Terakki Partisi hükûmetinin, devleti Cihan Harbine sokması sonucunda memlekette meydana gelen başıboşluklar, cumhuriyet döneminde ise tek parti iktidarının maziyi kötüleyici ve geçmişin izlerini yok edici siyaseti yüzünden çok büyük yara aldı.

Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, bir makalesinde cumhuriyet devrinde vakıfların akıbetine dair şunları ifade etmektedir:

“Mülkiyet hakkı, mukaddes ve dokunulmaz bir insan hakkı olduğu hâlde, pek çok vakfa el konulmuş; bunlar vakıf fikrine hiç de uymayan başka maksatlara tahsis edilmiş veya hususi şahıslara satılmıştır.

Hâlbuki şart-ı vâkıf, nass-ı şâri gibidir. Yani vakfedenin şartı, âyet ve hadis gibi değiştirilemez, kaidesi meşhurdur. Tek Parti devrinde bazı vakıf eserlerinin tamir edilmesi de, bu vakıflara el konulup başka maksatlarla kullanıldığı gerçeğini değiştirmez. Böylece milletin bin senelik tarihine damgasını vurmuş vakıf medeniyeti hazin ve utanç verici bir şekilde tasfiye edilmiştir. Osmanlılar nice mali sıkıntılarla boğuşmuş; ama mülkiyet hakkına hürmetlerinden dolayı, hiçbir zaman vakıflara ilişmek akıllarına gelmemişti…

1924’te câmilerin idaresi ve buradaki vazifelilerin tayini Diyanet İşleri Reisliği’ne verildi; câmilerin müştemilatı, gelir getiren mülkleri ve eşyası ise Vakıflar Umum Müdürlüğü’nün kontrolüne bırakıldı. 1928’den itibaren câmiler tasnif edilmeye başlandı. Buna göre 500 metre dâhilindeki câmilerden biri kalacak; diğerleri tasnif dışı bırakılacaktı. Tasnif dışı kalan yüzlerce câmiden bir kısmı kapatıldı; bir kısmı din dışı başka işlere tahsis edildi; bir kısmı da yıktırılıp enkazı satıldı.

Vakıflar Kanunu’nun ‘mimarî kıymeti olan câmilerin satılamayacağı’ hükmüne aldıran olmadı. Sadece İstanbul’da 1000’in üzerinde câmi yıktırıldı. 1926-1949 yılları arasında 82 kilise ve havra da arazileriyle beraber satıldı. 1945’ten sonra demokrasiye geçişle, muhalefetin elini güçlendirmemek adına, işgal edilen bazı câmiler boşaltılıp tamir edilerek ibadete açıldı. 1950’den sonra yol genişletme sebebiyle çok sayıda câmi ve vakıf eseri yok edildi. Vakıf eserlerin satışı 1960’larda da devam etti.

 

YENİ DEVİRDE 8 BİN 562 VAKIF SATILDI

Cumhuriyetin ilk 16 yılı içinde satılan vakıf sayısı tespit edilebildiğine göre 8 bin 562’dır. Sayısı yüz binleri bulan icâreteynli ve mukâtaalı vakıflar buna dâhil değildir.” (“Vakıfların Acılı Tasfiyesi”,  Türkiye gazetesi, 22.06.2020)

Günümüzde vakıf, dernek gibi kâr amacı gütmeyen kuruluşlar, umumi olarak sivil toplum kuruluşları (STK) olarak adlandırılmaktadır. Ülkemizde son 20 yıldır devlet, STK’larla daha uyumlu bir çalışma metodu izlemektedir. Gelenekten beslenen eski usul vakıf hareketleri vesilesiyle STK’lar, büyük ölçekte işler üretmiştir. Türkiye’de belirli sahada uzmanlaşmış STK’ların daha muvaffak olduğu görülmektedir. Bunun için, karar alıcıların bu hususa dikkat etmesi faydalı olacaktır.

Ülkemizde vakıfların yaşatılması ve topluma ulaşmasındaki temel problem ise kaynakların yetersizliğidir. Gelişmiş ülkelerin pek çoğunda STK’lar devletin nakdî desteğinden ve vergisel avantajlardan faydalanmaktadır. Ülkemizde ise, vakıflar daha ziyade üyelerinin katkısı ve toplanan bağışlarla veya iktisadi işletmesi varsa bunun yürütmüş olduğu ticari faaliyet ile kaynak sağlamaktadır.

 

VERGİ MUAFİYETİ GENİŞLEMELİ

Mer’i mevzuatta bağışçılar yaptıkları bağışların, sadece vergi matrahlarının %5’lik kısmını, vergi matrahından düşebilmektedir. Ülkemizde “vergi muafiyetini” haiz İhlas Vakfı gibi vakıflara yapılan bağışların tamamı gelir ve kurumlar vergisi matrahından düşülmelidir. Mevzuat bu şekilde düzenlenirse, devletin herhangi bir kaybı olmayacaktır.

İhlas Vakfı da merhum Enver Ören’in teşebbüsü ile Sevgili Peygamberimizin “İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır” mübarek sözünü düstur edinerek, 1975 yılından beri faaliyet göstermektedir. Türkiye’de 32 öğrenci yurdunda, üç binden ziyade yükseköğrenim öğrencisine hizmet vermektedir. Ayrıca partner kuruluşları vasıtasıyla, Afganistan’da öğrenci yurtlarında yedi yüz elli civarında öğrenciye bakmakta olup, 104 komplekste 11 bin 220 öğrenci için mekânlar yapmıştır. İhlas Vakfı, aynı şekilde Afrika kıtasında da cami, medrese ve yetimhaneler kurmuş, derin sondaj su kuyuları açmıştır. Diğer taraftan, partner kuruluşlar vasıtasıyla, Afrika’da ve Afganistan’da büyük Türk-İslam âlimlerinin eserlerini yöre halkının istifadesine sunmaktadır. Bu sayede, onların Selçuklu ve Osmanlının yolundan ayrılmayıp, aşırılıklara yönelmemeleri için gayret sarf etmektedir.